Öykü,. Hiiç
HİİÇ
Gecenin son demlerinde, yumuşacık yatağında, uykunun en güzel yerinde, saatin zırlamasıyla hızlıca yatağımdan doğruldum. Besmele çekerken hemen saatin zilini kapattım. Komşumuzun bebeğinin uyanmasını istemiyordum çünkü. Bütün gece ağladı. Hasta galiba. Yatak odamız, komşumuzun ki ile dip dibe. Uykuya tam daldığımda da çocuğun ağlama sesiyle uyanıyorum bazen. Rahatsız olsam da “çocuk işte” ne yapsın kadıncağız! Susmuyordur diye söyleniyor ve zamanla geçer diye düşünüyorum. Sanırsam huysuz bir bebek, belki de hasta. Odanın ışıklarını açmadan evin banyosuna yöneldim. Daha iki ay önce abdest almak için evin dışına çıkmam gerekiyordu ama şimdi tuvalette banyo da evin içerisinde “Ne rahatlıkmış be” dedim. Bunları düşününce ağzımdan “elhamdülillah” lafzı döküldü. Ama o dağ köyünde ki ahırdan çevirme iki odalı “Hoca Lojmanı”, cemaatim, köylülerden en sevdiğim ve anam babam gibi bildiğim Hatça Teyze-Emin Amca, ezan okunurken duyduğum köpek sesleri, sabah namazı vaktinin geldiğini haber veren horoz, abdest almak için su çektiğim tulumba, açıkçası her şey havası, ağacı, göğü, toprağı gözümde tütüyor. Biricik oğlum Arif'im yakalanmasaydı o illete gelir miydim bu böyükşehire. Çeker miydim bu hicran yarasını.
Çeşmeyi
azıcık açtım. Arif'imi suyun lavaboya vurduğunda, çıkardığı sesle uyandırmak
istemiyordum. Elimi yüzümü yıkarken gözümün önüne hemen Hacı Dedem geldi. Babamı ve annemi
görmedim ama dedem benim kahramanımdı. Ama daha sekiz yaşındayken öldüğünden,
çok az şey hatırlıyorum onun hakkında. Dedemin abdest tarifi de ondan bana
kalan miraslardan biri: Ona göre abdest almak, gökten inen nurla temizlenmekti;
elini, yüzünü, kollarını, ayaklarını, başını, kulaklarını Allah'ın
nuruyla yıkamaktı. Ağzını nurla doldurmaktı, ağzındaki kötülükleri vücuttan
atmaktı abdest almak. Ne zaman abdest almaya başlasam dedem gelirdi hemen
aklıma. Dedemi ve anlattıklarını düşünerek abdestimi aldım. Giyinirken eşimi de
uyandırdım.
Şimdi
evden çıkmaya hazırım. Ama evden çıkmadan her zaman ki gibi Arif'in üstü açık
olup olmadığını kontrol ettim. Köyde iki odalı evimiz varken şimdi üç artı bir
dedikleri bir evimiz var bu yüzden burada Arif'in de odası
var. Önceden yorganı üstünde değil hep yerde olurdu ama şimdi
kıpırdayamadığından mı nedir hep üstünü örtülü buluyorum. Üstünü örtülü bulmak
bile içimi sıkıyor ve hemen hastalığı geliyor aklıma. Niye can pareme diye
hayıflanıyor, bazen de isyan edesim geliyor.
Binadaki
uyuyan komşuları rahatsız etmeden evden çıktım. Hava soğuktu. Yüzüme,
tokat gibi çarptı. Soğuk iliklerime kadar işledi. Kabanımı ilikledim. Sokakta
kimsecikler yoktu. Artık adımlarımı attıkça toprağın sesi yerine, insanı
ötekileştiren, topraktan uzaklaştıran asfaltın sesini duyuyordum. Buralarda
toprak yokmuş gibi, insana huzur veren kokusu da yok. Her yer taş, her yer
beton, yeşilliğin her rengi değil tek rengi bile
yok. Sokaklar, insanların karşılaşıp selamlaştığı,
hal hatır sorduğu yerler değil, insanın birbirini ötekileştirdiği,
yalnızlaştırdığı yerler olmuş burada. Her yer aydınlık, herkes birbirini
görüyor ama ne yazık ki görmüyormuş gibi davranıyor. Buranın insanları, mahşeri
kalabalıkta yaşıyorlar ama ne yazık ki yalnızlar. Sokak lambaları, karanlığı
bastırıp insana huzur, güven, mutluluk vereceğine huzursuzluğun nedeni gibi
asılmış adım başı. Uzaklardan sokak köpeklerinin havlamaları duyuluyor. İki
binanın önünden geçtim. İki binada da kırk aile oturuyor. Ama sadece iki evin
lambası yanık olduğunu fark ettim. Onlar da cemaatten olmalılar.
Her
sabah camiye ilk ben gelir, sabah ezanını okur ve cemaat toplanasıya kadar
Kur'an-ı Kerim tilavet ederim. Daha üç ayet el kürsi okumadan camiye geldim.
Son cemaat yeri kilitli olmadığından anahtara gerek olmadan kapıyı açtım. Son
cemaat yeri, cami kapalı olmasın diye gece-gündüz açık kalır ve namaz vakti
haricinde gelen olursa, namazlarını burada kılar. Camide yatsıdan sonra sadece
kapıya yakın bir lamba açık bırakılır, son cemaat yeri de loş ta olsa bu
lambayla aydınlanırdı. Besmele ile kapıyı açtım. Her günkü gibi hızlıca
ayakkabılarımı çıkarıp camiyi açacaktım ki kapının önünde bir karaltı vardı.
İrkildim, bir adım geri çekildim. La havle duasını okudum ve
“selamün aleyküm” diye selam verdim. Ama cevap alamadım. Daha yüksek sesle, bir
daha selam verdim. Yine cevap alamadım. Cemaatin ayakkabılarını çıkarıp,
ayakkabısız bastığı eşikte birisi vardı. Bu bir çocuktu hem de
Arif'imin yaşlarında. Üzerinde, emanet gibi duran incecik bir kazak,
altında dizleri yırtık bir eşofman, boynunda Allah lafzı dövmesi,
kıvrılmış yatan bir çocuk. Çok üşüyor olmalıydı. Hemen nabzını kontrol ettim,
çocuk yaşıyordu. Biraz rahatladım. “Delikanlı, Delikanlı” diye seslendim ve
koluna hafifçe dokundum. Çocuk hiç tepki vermiyordu.
Sesimi
biraz yükselterek çocuğu uyandırmaya çalıştım. Çocuğun yüzünü daha iyi
görebilmek ve ışıktan rahatsız olur da uyanır diye cep telefonunun
ışığını yakıp yüzüne doğru tuttum. İçimden “ hayırdır, kimdir, nedir necidir?”
diye anlamaya çalışıyordum. Koluna dokunup uyanması için hafifçe sarsmayı
denedim. Çocuk bir türlü uyanmıyor, sadece “ıhhh” diye sesler çıkarıyordu. Kolu
kanamış, kazağının kolu kıpkırmızı olmuştu. Yaralı mı diye kazağın kolunu
kaldırdım. Kolunun teninde kesik olmayan bir nokta yok gibiydi. Bazı
kesikler o kadar derin ki kolunun kemikleri ortaya çıkmış. Bazıları
da, daha önceden yapıldığından kan oturmuş. Yüzünde öfke, korku dolu bir bakış
vardı. Allah! Allah! Ne derdi var ki. Yok mu ki bu çocuğun evi
barkı. Ya bu şehirde Arif'im de böyle olursa diye düşündüm fakat kendimce
iyileşsin de ben ona bakarım diye mırıldandım.
Neden
sonra çocuk gözlerini açtı. Doğrulmaya çalıştı ama gücü yoktu. “Ben neredeyim?
Sen kimsin?” der gibi, şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor ve uykunun en güzel yerinde
uyandırılmış ve uyanamamış gibi mahmur mahmur bakıyor. Neler olduğunu anlamaya
çalışıyordu. Bakıyor ama göremiyor gibi bir ifadesi vardı. Korkuyordu
da. Çocuğu, aheste aheste kaldırıp, imam odasına taşıdım. Burası
küçük bir oda, bir kitaplık ve iki plastik sandalye ve bir de masa var. Hemen
sandalyeye oturttum. Başı dik durmuyor, hemen düşüyor, vücuduna hükmedemiyordu.
Sandalyeyi duvarın kenarına çekip çocuğun başını duvara yasladım. Hemencecik
uyudu. Yüzünde çocuk masumiyeti yok ama acı, keder, öfke vardı. Bakışları, daha
on altısında olmasına rağmen yıllanmış, acı, keder ve öfke ile yoğrulmuş,
zifiri karanlıkta ışığı arayan yabancı gibiydi sanki. Ezan vakti
geçmesin diye saatimi kontrol ettim. Vakit, ezanı her gün okuduğum saatten beş
dakika geçmişti. Çocuğu taşırken elim de kanlanmış. Yeniden abdest almam gerek.
Ama burada yalnız nasıl bırakabilirim onu. Abdest almaya gittiğimde ya çekip
giderse diye endişelendim. Hem Arif'im hiç aklımdan hiç çıkmıyordu.
Çocuk,
çok kısa süre sonra gözlerini açtı. Tedirgindi, hemen odadan çıkıp gitmek
istese de müsaade etmedim. Titreyen çocuğa hemen kabanımı giydirdim.
Büyük gelse de sıcak tutar diye söyleniyordum. Adını, bu mahalleden misin, evin
nerede diye sorular sordum. Çocuk öfkelendi, sanki bana düşmanıymışım gibi
bakıyordu. Sert bir ses tonuyla “Babam mısın Napcan?” diye cevap verdi.
Konuşmak istemiyor, sorularımı hep cevapsız bırakıyordu. Ama ben de merakımı
gidermek için bir sorgu hâkimi edasıyla sorularımı peşi sıra
yöneltiyordum. Evet, hayırdan başka cevabı yoktu. Ne anne-babalar
var diye söyleniyordum ki, çocuk “annem babam yok benim” dedi. Sesim boğazımda
düğümlendi, üzerime kaynar su dökülmüş gibi kalakaldım öyle. Daraldım. Onunla
kurmaya çalıştığım bağı koparmıştım kendi elimle. Çocuk kalbine bu kadar yük
yüklenir mi hiç. Benim kişi de soru mu? Hangi anne çocuğunu bu saatte dışarıda
olmasına müsaade eder ki. Ama bu çocuk niye burada sahipsiz, karanlık gecelerde
evsiz, yüreği sevgisiz. Niye yardım etmeye çalıştığım halde bana düşmanıymışım
gibi bakıyor? Bu çocuk kimin iyi, kimin kötü olduğunu neden ayırt edemiyor?
Niye bu kadar öfke dolu bu çocuk? Bu çocuk gecenin bu saatinde annesinin,
babasının yanında, sıcacık yuvasında olması gerekirken niye sokakta? Niye bu
çocuğun evi bu sokaklar? Niye bu çocuk sevgisiz böyle? Niye, niye derken
aklımda cevabını bulamadığım onlarca soru. Sustum. Artık bakışlarımı çocuktan
kaçırarak, boşluğa yöneltiyordum. Benim kişi yeni aldığımız oyuncağı daha eline
aldığında kıran çocuğun kaçışı gibi bir kaçıştı. Çocuğu ilk defa
gördüm ama yaşadıklarında, benimde katkım olduğunu, çaresizliğinin, acılarının,
öfkeli bakışlarının müsebbibi ben miyim diye
düşünüyordum.
Soramadım
neden annen baban yok diye. Hem de üzmek istemedim anne ve babasını
hatırlatarak. Ama Arif'im aklımdan hiç çıkmıyordu. Kitaplıkta ki poşetten bir
su açıp, “Al iç” dedim. Bir yudum içti. Elimi başına attım. Rüzgârda
ahenkle dans eden saçlar yerine, keçe gibi birbirine yapışmış saçlarla
karşılaştım. “Dokunmabana” dedi. Kötü bir niyetim yoktu sadece benden sana
zarar gelmez demek sevgimi ve iyi niyetimi göstermek istemiştim. Yutkundum,
konuşamadım bir türlü. Ama neden saçına bile dokunmama sevgimi göstermeme
müsaade etmiyordu. Niye bu kadarcık bile iyilik yapmama, saçına dokunmama
öfkelendi ki? Belki kim bilir bu çocuk, sokakta tacize mi uğradı da bu kadar
öfkelendi ve tepki gösterdi ona dokunmama. Aslında aklımdan geçen her sorunun
cevabı da vardı. Eğer bu yaştaki bir çocuk bu şekilde sokağa sahipsiz,
korumasız bir şekilde bırakılırsa, tacize de uğrar, bağımlı da olur,
hırsızlıkta yapar her türlü suçu da işler. Burada asıl cevaplanması gereken
soru “suçlu kim?” Çocuğu doğurup, büyütmesi, sahip olması, bakıp gözetmesi,
okullara gönderip hayata hazırlaması gerekirken sokağa bırakan, belki de
bırakmak zorunda kalan annesi babası mı? Yoksa annesi ve babasının göstermediği
sevgiyi göstermesi gereken toplum mu? Hem Adem ve Havva'dan bu yana kardeş
değil miyiz biz.
Başından
hızlıca elimi çekip suç işlemişim gibi suratım kızarınca, o da mahcup bir
havaya büründü. Belki de benim hüsnü kuruntum bir durum. Benim şaşkınlığıma o,
sadece bu kadar tepki verdi ve mahcubiyetini dile getirecek bir şey söylemedi.
Mahcubiyet ve masumiyet arası bir tavır takındı. Ben de, o da biraz sessiz
kaldık. İkimizde birbirimiz yok gibi boşluğa bakıp düşüncelerimiz gizlemeye
çalışıyorduk. Ben hemen en son ne zaman banyo yaptı ki diye söylenmeye başladım
ki kolundan kan damladığını fark ettim. Neden kestin? Kolunu diye
sordum. “Hiiiç Canım istedi kestim” dedi. Ne derdin var?
Dedim. Biraz önce az da olsa, yüzüme bakarak konuşan çocuk bakışlarını yine
boşluğa yöneltti ve başka bir şey söylemedi. Bir daha
adını sordum. “Arif” dedi.
Arif'im
hiç aklımdan çıkmıyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder